"Tanrı sesini vermek için neden bu ahlaksız insanı seçmişti?" Bu sözler Mozart’ın dehasını herkesten önce fark eden ve onun bir numaralı düşmanı olan Antonio Salieri’ye ait. Salieri, Tanrı’ya; müzikle ilgilenebilmesi ve eserler ortaya koyabilmesi için adak adamıştı. Şimdi karşısında duran, o ahlaksız; kadınları mıncıklayan, azgın kahkahalar atan, ağza alınmayacak lafları söyleyerek, espiriler patlatan bu adam.... Bu adam nasıl olur da Tanrı’nın sesi olurdu?
O bir dehaydı ve bunu herkesten önce işi O’nu öldürmeye teşebbüs etmeye kadar varacak kıskançlık ve düşmanlığa sahip düşmanı fark etti. Kimdi bu düşman? 1781’li yıllarda Hükümdar II Joseph’in döneminde saray bestekarı olan bir müzisyen. Küçük bir kasabada çiftçi bir ailenin çocuğu. İçinde dinmek bilmeyen bir müzik tutkusu. Bu tutkunun önünde klasik çiftçi anlayışında bir baba. Küçük Salieri’nin kilisede bir pazar ayininde ettiği dua kabul olur ve önünde en büyük engel olan babası, vefat eder. Ardından yolu açılır ve hızla ilerlemeye başlar. Ancak talebinde ufak bir kurban vermiştir, bekareti...
Mozart ise, müzisyen bir aileden gelmiş ve yeteneği çok küçük yaşlarda fark edilmişti. Ancak O’nun bu yeteneğinin keşfi Mozart’taki dehayı gizlemişti. Mozart yetenekliydi, ama asıl olan O’ndaki dehaydı... Müziğindeki kainatın sesiydi.
Salieri’nin tek şansızlığı yanlış zamanda bu dünyaya gelmiş olmasıydı. Hiç de azımsanamayacak yeteneği, Mozart gibi bir dehanın gölgesinde kaybolup gitmişti. Ne ironiktir ki, ölüm döşeğinde son eserini kaleme alan da Salieri’dir. Bedeni kalem tutamayacak kadar yorulduğunda Mozart’ın seslerini kağıda döken yine O olmuştur.
Şimdi bu satırlar parmaklarımızın arasından dökülürken bile, Mozart’ın dehası bizi ele geçirip, klavyeyi bir piyano gibi kullanmamıza neden oluyor. Neden mi? Aslında çok basit. Mozart’ın dehası AŞK’ındaydı. O, bu hayata ve yaşamaya ve Yüce Yaradan’a aşıktı. Noktaları bizim pislenmiş kulaklarımızın anlayamayacağı kadar kainatın sesini taşıyordu. İşte; O’ndaki bu aşk gücüydü, bugün hala yüreğimizi titreten.
Bir gezegen, birçok gezegen... Döner durur kainatın içinde... Peki ya sesler... Wofi* kainatın sesini ve bu seslerdeki sırları keşfetmişti. O’nun dünyası sesler üzerine kuruluydu. O sessizlikte senfoniyi de, koca koca gezegenlerin dönüşlerinin konçertolarını da duymuştu. Hayatını da böyle yaşadı. Güzel olanın peşinden koştu. Güzel kadınların, güzel insanların, güzel şarapların... Salieri’nin kurban vererek elde etmeye çalıştığı şeyleri, O sonuna kadar yaşayarak kendiliğinden elde etmişti.
Mozart’ın Aşk Ordusu’nun kumandanı seslerdi. O aşk yolunu titreşimlerden örmüştü. İşte bu nedenledir ki O ve müziği sonsuzluğu biz farkına varsak da varmasak da yakalamıştır.
Müzik... Kısa süreli hayatıma dönüp baktığımda, bazı şarkılar var hayatımın dönemleri ile özdeşleşen ya da bazı insanlar, geçip giden. Ama sesler hep kalmış. Bir kuşu taklit eden, yan flüt ya da parmakların kırılırcasına çalındığı bir piyano, bize çok uzaklardan mavi ışıkların diyarlarından nice mesajlar getirir.
Bir masal kahramanının metaforları gibi, çaktırmadan içimize süzülen o notalar... J.W. Goethe’nin de dediği gibi “O’nun sanat evreninde belirişi açıklanması olanaksız bir mucizedir."
Sanırım herşeyi açıklamak için sadece ve sadece bir ses yeter.
*Wofi : Kısa hayatının uzun bir dönemini paylaştığı eşi, O’na böyle seslenirdi.
Antropolog Elif Oktav Erdemli
Soru ve bireysel çalışma talepleriniz için iletişime geçin